Hümanist Düşünce Derneği başkanı sayın Prof. Dr. Sadun Koşay, “Yeni Kalp, Yeni Yaşam” konulu bir panel düzenlemeyi teklif ettiğinde, ben bunun “kalbinizi bağışlayın,alternatif yaşamlar yaratın” ana temasını gündeme taşıyacak nitelikte olmasını önermiştim.
Sayın Prof. Koşay’ın sunduğu programda yer alan bilim adamlarını görünce sevincim bir kat daha arttı. Bugün bu toplantıda bulunanların hepsinin uzmanlık konularında (ben de hasta olma konusunda) ünü, sınır ötesine aşmış kişilerdir.
Ben bugün burada konuşabiliyorsam, uzun yıllar süren hastalığımın önemini beni algılatan, beni 1990'lı yılların başından 2000’li yıllara, eşsiz tıp bilgisiyle taşıyan sayın Prof. Dr. Mustafa Akın’a ve ekip doktorlarına, bu dünyadan ayrılıp gitme sürecine girdiğimde, şansız bir kaza ile yaşamını yitiren rahmetli Cem Canbay kardeşimin kalbini bağışlama erdemliliğini gösteren annesi sayın Güngör Canbay’a ve babasına, nihayet “sonsuzluğa yolculuğuma” iki gün kala, o muhteşem bilgileri ve becerileri ile kalbimdeki “kara dikenleri akgüllere” dönüştüren Prof. Dr. Mustafa Özbaran’a ve ekibine, hastalığım süresince bıkmadan yardımıma koşan klinik hemşirelerine, fedakarlığını anlatmaya kelime bulamadığım sevgili eşime ve çocuklarıma, hastalığım süresince moral ve destek veren sevgili dostlarıma borçluyum. Hepsine şükranlarımı sunuyorum.
Benim bakışıma göre kalp transplantasyonunda dört önemli olgu yaşanmaktadır: Hasta/hastalık, uygun teknik donanımlı hastane ortamı ve konunun uzmanı hekim, organ vericisi, nakil öncesi ve sonrası bakım.
Burada söz konusu olan hasta A.Çıkın, 58 yaşındadır. Çıkın’a, 1960’larda girdiği üniversiteden burs almak için yapılan sağlık işlemleri sırasında, ilk kez “kalp büyümesi” olasılığından bahsedildi. 1960’larda kalp hastalığı ile ölüm eşanlamlıydı. Genç Çıkın,1970’li yılların ortalarına kadar bunalımlı günler yaşadı. Kendisine bir çözüm önerilemiyordu. Bu arada kendisini mesleğine adadı, mesleğinde önemli aşamalar yaptı, felsefeye ve edebiyata girdi. Böylece, en azından hastalığın psikolojik baskısından kurtulmaya çalıştı.
Hatta kalbindeki rahatsızlığı bile unuttu. Ancak kalbi onu unutmamıştı. Bir yandan 12 Eylül döneminin yarattığı olumsuz ortam, bir yandan YÖK’ün üniversitelerde estirdiği terör , onun kalbinde sinmiş olan “hastalık etmenleri”ni harekete geçirdi. Her türlü beşeri,biyolojik,iklimsel,vb..değişim onun kalbinde yankılar buluyordu: aşırı yorulmalar, gecelerin tüm sessizliğini yırtıp giden öksürükler, aşırı terlemeler,vb. yalnız kendisini değil,ailesini,iş arkadaşlarını da rahatsız ediyordu. 1970’lerde köy köy dolaşan, 1980’lerde yurdun neresinde olursa olsun konusuyla ilgili bilimsel toplantılara koşan Çıkın, artık evinden bile çıkmak istemiyordu.
1992 Haziran’ında, yurt dışından yeni dönmüş genç bir tıp doçentinin odasında,son yıllarda birikmiş hasta evraklarını gösteriyordu. Bir taraftan genç doktora: “Bunca yıldır hastanelere, doktorlara gidiyorum, bir türlü bir tanı konulamadı, artık Moliere’e hak vermeğe başladım, sizden de sonuç alamazsam bir daha hiç doktora gitmeyeceğim” diyordu.(Gerçekten de Çıkın, o günden bu yana,kalp nakil ameliyatı hariç, o genç doktordan başkasına gitmedi). Genç doktor Çıkın’ı 4-5 gün çeşitli testlerden geçirdi. Tanı konuldu:konjestif kalp yetmezliği. Ancak tanının kesinlik kazanması için anjiyo gerekliydi. Çıkın’ın anjiyo konusunda korkuları vardı. Nitekim yeniden hastanelik olana kadar bir sene doktoruna uğramadı. Ancak doktoru onu ele geçirdikten sonra anjiyo yapmadan göndermedi. Böylece genç doktorunun yönlendirmesiyle, sekiz yıl süren bir ilaç tedavisiyle, yaşamını 2000’li yıllara taşıdı. Genç doktorun kendisine sürekli öğüdü: “Kalp hastalıkları konusunda çok yoğun bilimsel çalışmalar yapılıyor, yaşam direncinizi ne kadar korur ve yaşam sürenizi ne kadar uzatabilirseniz bir çözüm yakalama olasılığı mutlaka olacaktır” biçimindeydi.
1994’ün sıcak bir Temmuz akşamıydı.Karaburun’un Kaynarpınar Köyü’nün yamaçlarında bir evde, dolunayla denizin körfezde buluşmasını, denizin gelgitlerinde yakamozların yansımalarını izliyordular. Genç doktorla güzel eşinin gündüzün yakaladıkları balıklar ızgaraya atılmış, anason kokuları hafiften gecenin karanlığına karışıyordu. Genç doktor uzaktan geçen bir geminin akşam karanlığındaki siluetini izlerken Çıkın Hocaya şöyle diyordu: “Bak Hocam!..Böyle sakin bir Temmuz ayındasın. Ortalık günlük güneşlik. Denizde en küçük bir çırpıntı bile yok. Almışsın oltalarını, açılmışsın kayığınla denizin ortalarına. Salmışsın misinanı denizin derinliklerine. Oltaların ucunda balıklar oynaşıp duruyor. Bir balık takılmış oltana, büyük bir coşkuyla çekiyorsun onu. Aaa! O da ne ? Ani bir fırtına gelmiş, tekneni altüst etmiş. Kaçacak yer bulamıyorsun. İşte sizin hastalığınız da öyle. Ne zaman,nerede,nasıl geleceği belli olmaz. O nedenle yaşamını o koşullara göre ayarlayacaksın.”
Gerçekten de Çıkın’ın ondan sonraki yaşamı tam bu tanımlamaya uygun geçti. 1998’de genç doktor, ilk kez Çıkın’ın kalbinin değiştirilmesi olasılığından bahsetti. Çıkın Hoca bu olayı pek ciddiye almadı. Bir şaka olarak algıladı, böyle bir olasılığı düşünmedi bile. Ancak hastaneye gelip gitmeler sıklaştı. İki kızının düğününde hastanede yatıyordu. İzinli çıkarak kızlarının düğününde bulundu.
1999 Aralığında iyice gücünü yitirmişti. Yeterli oksijeni alamıyordu. 16 Mart 2000 Kurban Bayramının ilk günüydü. Kızı doğum yapacaktı. Eşini Malatya’ya kızının yanına göndermişti.Çok sevdiği bir dostunun oğlu Eskişehir’ de askeri doktordu. İzmir’e her gelişinde Ayhan amcasına uğrardı. Bu seferde öyle yaptı. Ancak Ayhan hocadaki olağanüstü değişimleri fark ederek,hemen hastaneye kaldırdı. O günden sonra hastaneden çıkana kadar ay dünyanın etrafından dokuz defa döndü. Artık yolun sonu gelmişti. Doktoru da, görünürde olmasa da,olayın farkındaydı.
Yorucu,bunaltıcı bir hastane dönemi başlamıştı.Bir senedir başka bir genç doktor da sık sık gelip,onun kalbini çeşitli yönlerden muayene ediyordu . Kimyasal ve fiziksel bir çok incelemeler yapılıyor,bir çok doktor aralarında toplanıyor, Ayhan Hocanın durumunu tartışıyorlardı. Nihayet Mayıs ayı başlarında “acil” duyurusuyla kalp aranmaya başlanmıştı. Uzun süren bir yaz geçmiş, umutlar tükenmeye başlamıştı. 15 Eylül 2000’de genç Cem’in talihsizliği, bir başka kişinin,Ayhan Hocanın,şansı olmuştu. Gerçekten insanın bu şansı sevinesi gelmiyor. Ancak bu dünyayı zorunlu olarak bırakıp giderken, başkalarına yaşam bağışlamak kadar olağanüstü ne olabilir acaba?
“Coşkulu bir kahkahayla aşacaksın yeryüzünü
çiçeklerde dolaşan binbir renktir gözlerin
akşamdır, inmiştir gün ışığı pencerene
çocukluğun koşuşturduğu bir avludur yüreğin
dilsiz, ama gülmesini bilen bir çocuk
leylaklarda uçuşan kelebekler kadar
suskun ve sessizdir yüreğin
d e l i k a n l ı m
nasıl yazsam şiirini senin?
……………………………….
yedi renkli gökkuşağı örneği
bereketini müjdelemelisin
/yağmurlu günlerin/
ikibin yılının onaltı eylülünde
gülümsemelisin dünyaya
d e l i k a n l ı m
nasıl söylesem türkülerini senin?”
O… Korkunç gece!.. O… Olağanüstü gece! Her şeyin bittiği, her şeyin yeniden başladığı gece! Bir Mustafa’nın binlerce geceye döşediği yıldızlar sönerken, öbür Mustafa’nın kara kara bulutlardan sağdığı şimşeği kalplere doldurduğu gece. 15 Eylülü 16 Eylül Cumayı Cumartesiye bağlayan gece! Binlerce yok oluşun arasından,on binlerce yeni oluşumu sunan doğanın içinden en iyilerini seçip alan bilimin, o olağanüstü çözümü sunduğu gece! Böyle bir anda böyle olağanüstü seçenek sunabilen kaç bilim adamı vardır acaba? Onları kutsamamak,onları sevgiyle,saygıyla kucaklamamak mümkün mü?
“Yaşadım hayatı güz bahçelerinde
ölüm nehrinin kenarına güller diktim şarkılardan
gökyüzünün mavilikleriyle mayaladım karanlıkları
bir türkü söyler gibi dans ettim ölüm sularında
“ne olursa olsun” dedi Mustafalarım, “ bu yaşam sürecek”
“saçlarında ozanın gün ışığı eksilmeyecek”
beyinlerindeki bilim ışığını yüreğime sundular
ölüm nehrine iki gün kala
kara dikenler üzerine akgüller kondurdular
doktorum, doktorlarım, onurlarım benim
kalbimin ustaları mustafalarım benim
nasıl söylesem türkülerinizi sizin?”Evet! 16 Eylül 2000 gecesinde Çıkın hoca yıllardır özlemini çektiği oksijenini kavuşuyordu. Beyninin en ücra köşelerinde sıkışmış kalmış anıları, bilgileri çılgın gibi tüm benliğini sarıyor , onları denetleyemiyordu. Adeta bir çılgınlık yaşıyordu. O çılgınlıklarını katlanan ilgili birim doktorlarına, hemşirelerine, personeline akıl almayacak davranışlarda bulunuyordu.
“Beyaz bir kelebek gibi uçar kalabalıklarda
o kadın bu kadın; birbirilerine benzerler
ama başak saçlı hemşireye nasıl da benzerler
klinik kapılarında pırıl pırıl
anadolu’mun ışık saçlı kadınları
kalbimin kızıl saçlı bacıları
nasıl yazsam dostluklarınızı sizin?”
..Ve eşi! Ve çocukları. Hastalığı süresince bir an bile yanından ayrılmamıştılar.
“Ipıslak bakışlarla gelirdin bana
yitik umutlar ellerinde koşar adım
süngüsüz bir harp meydanıydı bakışların
tanrısal bir kilit gibi kapalıydı dudakların
ay’ım, ayışığım, ayışığı kadınım benim
nasıl yazsam şiirini senin?”Üniversitesi onu, E.Ü. Tıp Fakültesi Hastanesi’nde en iyi şekilde ağırladı. Hastanede sanki evindeymiş gibi yaşadı. Dostları onu hiç yalnız bırakmadı. Bir arkadaşı şöyle sesleniyordu:
“Sıradan değil artık aldığın nefes
söylediğin her şarkı sıradan değil
elini bıraktılar çoktan düşlerin ürperir
sen kaçsan da peşinden sevda’nın saçları gelir
eylüldür birden şakakların üşür.”(**)Kalp nakli operasyonunun bir objesi olarak Ayhan Çıkın, kalbi bağışlanan gencin ve bu kararı veren ailesinin gelecek ümitlerine, bu operasyona karar veren ve uygulayan bilim adamlarının beklentilerine ne ölçüde yanıt verebilmektedir ya da verebilecektir? Sanırım bu söyleşinin odak noktası burada toplanmaktadır. Bu paneli düzenleyenlere, konuşmacılara ve siz izleyicilere “kalbimden kuşlar uçurarak” selamlıyorum.
-------------------------------------------------------------------
(*) Prof. Dr. Ayhan Çıkın’ın 08.04.2002 tarihinde, İzmirSanat&Humanist Düşünce Derneği’nin düzenlediği “Yeni Kalp,Yeni Yaşam” konulu panelde yaptığı konuşma.
( Ayni panele, Çıkın’ın hastalığını başından sonuna kadar izleyen değerli kardiyalog Prof. Dr. Mustafa Akın; Çıkın’ın kalp naklini gerçekleştiren değerli kalp cerrahı Prof. Dr. Mustafa Özbaran; Çıkın’ın ameliyat öncesi ve sonrası psikiyatrik sorunlarını izleyen Yar.Doç. Dr. Ayşin Noyan’da uzmanlıklarıyla ilgili birer bildiri sunmuşlardır. Paneli Prof. Dr . Sadun Koşay yönetmiştir.)
(**) Dr. Onur Şenli
Sayın Prof. Koşay’ın sunduğu programda yer alan bilim adamlarını görünce sevincim bir kat daha arttı. Bugün bu toplantıda bulunanların hepsinin uzmanlık konularında (ben de hasta olma konusunda) ünü, sınır ötesine aşmış kişilerdir.
Ben bugün burada konuşabiliyorsam, uzun yıllar süren hastalığımın önemini beni algılatan, beni 1990'lı yılların başından 2000’li yıllara, eşsiz tıp bilgisiyle taşıyan sayın Prof. Dr. Mustafa Akın’a ve ekip doktorlarına, bu dünyadan ayrılıp gitme sürecine girdiğimde, şansız bir kaza ile yaşamını yitiren rahmetli Cem Canbay kardeşimin kalbini bağışlama erdemliliğini gösteren annesi sayın Güngör Canbay’a ve babasına, nihayet “sonsuzluğa yolculuğuma” iki gün kala, o muhteşem bilgileri ve becerileri ile kalbimdeki “kara dikenleri akgüllere” dönüştüren Prof. Dr. Mustafa Özbaran’a ve ekibine, hastalığım süresince bıkmadan yardımıma koşan klinik hemşirelerine, fedakarlığını anlatmaya kelime bulamadığım sevgili eşime ve çocuklarıma, hastalığım süresince moral ve destek veren sevgili dostlarıma borçluyum. Hepsine şükranlarımı sunuyorum.
Benim bakışıma göre kalp transplantasyonunda dört önemli olgu yaşanmaktadır: Hasta/hastalık, uygun teknik donanımlı hastane ortamı ve konunun uzmanı hekim, organ vericisi, nakil öncesi ve sonrası bakım.
Burada söz konusu olan hasta A.Çıkın, 58 yaşındadır. Çıkın’a, 1960’larda girdiği üniversiteden burs almak için yapılan sağlık işlemleri sırasında, ilk kez “kalp büyümesi” olasılığından bahsedildi. 1960’larda kalp hastalığı ile ölüm eşanlamlıydı. Genç Çıkın,1970’li yılların ortalarına kadar bunalımlı günler yaşadı. Kendisine bir çözüm önerilemiyordu. Bu arada kendisini mesleğine adadı, mesleğinde önemli aşamalar yaptı, felsefeye ve edebiyata girdi. Böylece, en azından hastalığın psikolojik baskısından kurtulmaya çalıştı.
Hatta kalbindeki rahatsızlığı bile unuttu. Ancak kalbi onu unutmamıştı. Bir yandan 12 Eylül döneminin yarattığı olumsuz ortam, bir yandan YÖK’ün üniversitelerde estirdiği terör , onun kalbinde sinmiş olan “hastalık etmenleri”ni harekete geçirdi. Her türlü beşeri,biyolojik,iklimsel,vb..değişim onun kalbinde yankılar buluyordu: aşırı yorulmalar, gecelerin tüm sessizliğini yırtıp giden öksürükler, aşırı terlemeler,vb. yalnız kendisini değil,ailesini,iş arkadaşlarını da rahatsız ediyordu. 1970’lerde köy köy dolaşan, 1980’lerde yurdun neresinde olursa olsun konusuyla ilgili bilimsel toplantılara koşan Çıkın, artık evinden bile çıkmak istemiyordu.
1992 Haziran’ında, yurt dışından yeni dönmüş genç bir tıp doçentinin odasında,son yıllarda birikmiş hasta evraklarını gösteriyordu. Bir taraftan genç doktora: “Bunca yıldır hastanelere, doktorlara gidiyorum, bir türlü bir tanı konulamadı, artık Moliere’e hak vermeğe başladım, sizden de sonuç alamazsam bir daha hiç doktora gitmeyeceğim” diyordu.(Gerçekten de Çıkın, o günden bu yana,kalp nakil ameliyatı hariç, o genç doktordan başkasına gitmedi). Genç doktor Çıkın’ı 4-5 gün çeşitli testlerden geçirdi. Tanı konuldu:konjestif kalp yetmezliği. Ancak tanının kesinlik kazanması için anjiyo gerekliydi. Çıkın’ın anjiyo konusunda korkuları vardı. Nitekim yeniden hastanelik olana kadar bir sene doktoruna uğramadı. Ancak doktoru onu ele geçirdikten sonra anjiyo yapmadan göndermedi. Böylece genç doktorunun yönlendirmesiyle, sekiz yıl süren bir ilaç tedavisiyle, yaşamını 2000’li yıllara taşıdı. Genç doktorun kendisine sürekli öğüdü: “Kalp hastalıkları konusunda çok yoğun bilimsel çalışmalar yapılıyor, yaşam direncinizi ne kadar korur ve yaşam sürenizi ne kadar uzatabilirseniz bir çözüm yakalama olasılığı mutlaka olacaktır” biçimindeydi.
1994’ün sıcak bir Temmuz akşamıydı.Karaburun’un Kaynarpınar Köyü’nün yamaçlarında bir evde, dolunayla denizin körfezde buluşmasını, denizin gelgitlerinde yakamozların yansımalarını izliyordular. Genç doktorla güzel eşinin gündüzün yakaladıkları balıklar ızgaraya atılmış, anason kokuları hafiften gecenin karanlığına karışıyordu. Genç doktor uzaktan geçen bir geminin akşam karanlığındaki siluetini izlerken Çıkın Hocaya şöyle diyordu: “Bak Hocam!..Böyle sakin bir Temmuz ayındasın. Ortalık günlük güneşlik. Denizde en küçük bir çırpıntı bile yok. Almışsın oltalarını, açılmışsın kayığınla denizin ortalarına. Salmışsın misinanı denizin derinliklerine. Oltaların ucunda balıklar oynaşıp duruyor. Bir balık takılmış oltana, büyük bir coşkuyla çekiyorsun onu. Aaa! O da ne ? Ani bir fırtına gelmiş, tekneni altüst etmiş. Kaçacak yer bulamıyorsun. İşte sizin hastalığınız da öyle. Ne zaman,nerede,nasıl geleceği belli olmaz. O nedenle yaşamını o koşullara göre ayarlayacaksın.”
Gerçekten de Çıkın’ın ondan sonraki yaşamı tam bu tanımlamaya uygun geçti. 1998’de genç doktor, ilk kez Çıkın’ın kalbinin değiştirilmesi olasılığından bahsetti. Çıkın Hoca bu olayı pek ciddiye almadı. Bir şaka olarak algıladı, böyle bir olasılığı düşünmedi bile. Ancak hastaneye gelip gitmeler sıklaştı. İki kızının düğününde hastanede yatıyordu. İzinli çıkarak kızlarının düğününde bulundu.
1999 Aralığında iyice gücünü yitirmişti. Yeterli oksijeni alamıyordu. 16 Mart 2000 Kurban Bayramının ilk günüydü. Kızı doğum yapacaktı. Eşini Malatya’ya kızının yanına göndermişti.Çok sevdiği bir dostunun oğlu Eskişehir’ de askeri doktordu. İzmir’e her gelişinde Ayhan amcasına uğrardı. Bu seferde öyle yaptı. Ancak Ayhan hocadaki olağanüstü değişimleri fark ederek,hemen hastaneye kaldırdı. O günden sonra hastaneden çıkana kadar ay dünyanın etrafından dokuz defa döndü. Artık yolun sonu gelmişti. Doktoru da, görünürde olmasa da,olayın farkındaydı.
Yorucu,bunaltıcı bir hastane dönemi başlamıştı.Bir senedir başka bir genç doktor da sık sık gelip,onun kalbini çeşitli yönlerden muayene ediyordu . Kimyasal ve fiziksel bir çok incelemeler yapılıyor,bir çok doktor aralarında toplanıyor, Ayhan Hocanın durumunu tartışıyorlardı. Nihayet Mayıs ayı başlarında “acil” duyurusuyla kalp aranmaya başlanmıştı. Uzun süren bir yaz geçmiş, umutlar tükenmeye başlamıştı. 15 Eylül 2000’de genç Cem’in talihsizliği, bir başka kişinin,Ayhan Hocanın,şansı olmuştu. Gerçekten insanın bu şansı sevinesi gelmiyor. Ancak bu dünyayı zorunlu olarak bırakıp giderken, başkalarına yaşam bağışlamak kadar olağanüstü ne olabilir acaba?
“Coşkulu bir kahkahayla aşacaksın yeryüzünü
çiçeklerde dolaşan binbir renktir gözlerin
akşamdır, inmiştir gün ışığı pencerene
çocukluğun koşuşturduğu bir avludur yüreğin
dilsiz, ama gülmesini bilen bir çocuk
leylaklarda uçuşan kelebekler kadar
suskun ve sessizdir yüreğin
d e l i k a n l ı m
nasıl yazsam şiirini senin?
……………………………….
yedi renkli gökkuşağı örneği
bereketini müjdelemelisin
/yağmurlu günlerin/
ikibin yılının onaltı eylülünde
gülümsemelisin dünyaya
d e l i k a n l ı m
nasıl söylesem türkülerini senin?”
O… Korkunç gece!.. O… Olağanüstü gece! Her şeyin bittiği, her şeyin yeniden başladığı gece! Bir Mustafa’nın binlerce geceye döşediği yıldızlar sönerken, öbür Mustafa’nın kara kara bulutlardan sağdığı şimşeği kalplere doldurduğu gece. 15 Eylülü 16 Eylül Cumayı Cumartesiye bağlayan gece! Binlerce yok oluşun arasından,on binlerce yeni oluşumu sunan doğanın içinden en iyilerini seçip alan bilimin, o olağanüstü çözümü sunduğu gece! Böyle bir anda böyle olağanüstü seçenek sunabilen kaç bilim adamı vardır acaba? Onları kutsamamak,onları sevgiyle,saygıyla kucaklamamak mümkün mü?
“Yaşadım hayatı güz bahçelerinde
ölüm nehrinin kenarına güller diktim şarkılardan
gökyüzünün mavilikleriyle mayaladım karanlıkları
bir türkü söyler gibi dans ettim ölüm sularında
“ne olursa olsun” dedi Mustafalarım, “ bu yaşam sürecek”
“saçlarında ozanın gün ışığı eksilmeyecek”
beyinlerindeki bilim ışığını yüreğime sundular
ölüm nehrine iki gün kala
kara dikenler üzerine akgüller kondurdular
doktorum, doktorlarım, onurlarım benim
kalbimin ustaları mustafalarım benim
nasıl söylesem türkülerinizi sizin?”Evet! 16 Eylül 2000 gecesinde Çıkın hoca yıllardır özlemini çektiği oksijenini kavuşuyordu. Beyninin en ücra köşelerinde sıkışmış kalmış anıları, bilgileri çılgın gibi tüm benliğini sarıyor , onları denetleyemiyordu. Adeta bir çılgınlık yaşıyordu. O çılgınlıklarını katlanan ilgili birim doktorlarına, hemşirelerine, personeline akıl almayacak davranışlarda bulunuyordu.
“Beyaz bir kelebek gibi uçar kalabalıklarda
o kadın bu kadın; birbirilerine benzerler
ama başak saçlı hemşireye nasıl da benzerler
klinik kapılarında pırıl pırıl
anadolu’mun ışık saçlı kadınları
kalbimin kızıl saçlı bacıları
nasıl yazsam dostluklarınızı sizin?”
..Ve eşi! Ve çocukları. Hastalığı süresince bir an bile yanından ayrılmamıştılar.
“Ipıslak bakışlarla gelirdin bana
yitik umutlar ellerinde koşar adım
süngüsüz bir harp meydanıydı bakışların
tanrısal bir kilit gibi kapalıydı dudakların
ay’ım, ayışığım, ayışığı kadınım benim
nasıl yazsam şiirini senin?”Üniversitesi onu, E.Ü. Tıp Fakültesi Hastanesi’nde en iyi şekilde ağırladı. Hastanede sanki evindeymiş gibi yaşadı. Dostları onu hiç yalnız bırakmadı. Bir arkadaşı şöyle sesleniyordu:
“Sıradan değil artık aldığın nefes
söylediğin her şarkı sıradan değil
elini bıraktılar çoktan düşlerin ürperir
sen kaçsan da peşinden sevda’nın saçları gelir
eylüldür birden şakakların üşür.”(**)Kalp nakli operasyonunun bir objesi olarak Ayhan Çıkın, kalbi bağışlanan gencin ve bu kararı veren ailesinin gelecek ümitlerine, bu operasyona karar veren ve uygulayan bilim adamlarının beklentilerine ne ölçüde yanıt verebilmektedir ya da verebilecektir? Sanırım bu söyleşinin odak noktası burada toplanmaktadır. Bu paneli düzenleyenlere, konuşmacılara ve siz izleyicilere “kalbimden kuşlar uçurarak” selamlıyorum.
-------------------------------------------------------------------
(*) Prof. Dr. Ayhan Çıkın’ın 08.04.2002 tarihinde, İzmirSanat&Humanist Düşünce Derneği’nin düzenlediği “Yeni Kalp,Yeni Yaşam” konulu panelde yaptığı konuşma.
( Ayni panele, Çıkın’ın hastalığını başından sonuna kadar izleyen değerli kardiyalog Prof. Dr. Mustafa Akın; Çıkın’ın kalp naklini gerçekleştiren değerli kalp cerrahı Prof. Dr. Mustafa Özbaran; Çıkın’ın ameliyat öncesi ve sonrası psikiyatrik sorunlarını izleyen Yar.Doç. Dr. Ayşin Noyan’da uzmanlıklarıyla ilgili birer bildiri sunmuşlardır. Paneli Prof. Dr . Sadun Koşay yönetmiştir.)
(**) Dr. Onur Şenli
Yazan: T. Ayhan ÇIKIN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder